18 Şubat 2017 Cumartesi

3 ADAM ve Ronaldinho

Herkese Merhaba...

        İnanamıyorum. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki en son bir gönderi yayınlamalıyım dediğimden beri 1 ay 17 gün geçmiş yazmayalı da neredeyse 3 ay olmuş... 

        Öncelikle merak edip bloguma girenlere, bakanlara, okuyanlara sonra tekrar ziyaret edenlere, yorum bırakanlara çok teşekkür ederim. Bazen sadece bir teşekkür yazısı bile yayınlamayı düşündüm... 


        Bu yazıyı yazmama sebep olan 11.02.2017 saat 23:30'da TV8'de tekrarı yayımlanan 3 ADAM ve 3 ADAM'a konuk olan Ronaldinho...
   
       Benim maça olan ilgim 2002'de Güney Kore ile Milli Takımın oynamış olduğu maçla başladı desem yalan olmaz. Nasıl ilgilenmeyeyim. O zamanlar hakikatten ülke olarak bir bütün olmuştuk. Yalova'da dostumla yürüdüğüm o bayram gününde sahil şeridi insanlarla doluydu. Hepsinin üstünde elinde kırmızı beyaz bir şeyler vardı. O gün çok heyecanlıydı. Belirttiğim gibi bir bayram havası vardı. Ortalıkta öyle bir coşku vardı ki inanılmazdı. 
  
       İlgim henüz sıcaklığını korurken yine aynı yıllarda futbol severlerin dilinde Ronaldinho vardı. Bir tarafta Ronaldinho'nun şöhreti bir yandan da bir sebeple Ronaldinho'nun oynadığı maçı mecburen seyretmek zorunda kalışım Ronaldinho ile tanışmama vesile oldu.

        Bilin bakalım Ronaldinho'nun hangi özelliği benim dikkatimi çekti? Şöhreti mi ?  Hayır Gollerimi? Hayır... Dans eder gibi oynadığı stili mi? ı...ı  Hayır bu da değildi... Bunlar bileti aldıktan sonra Topkapı Sarayındaki Kaşıkçı Elmasını görmek gibi ya da Louvre Müzesindeki muhteşem eserler gibiydi. Ama ilk önce bunların varlığından haberdar olunması (Ronaldinho'nun şöhreti), sonrada onları merak ettirecek bir özellik... 
   
        İlk Ronaldinho'yu seyrettiğimde aklımdan tipini ne kadar değişik olduğu geçti. :) Ronaldinho'nun tipinin değişik oluşu ve o dönemlerde bu yeteneğine rağmen alçak gönüllü oluşu oynadığı maça karşı ilgimi arttırdı. Sonrasında maçı sevmeyen ve seyretmeyen ben onun sayesinde sadece onun oynayışı için onun maçlarının bir kısmını seyretmeye başladım. İşine aşıktı. Bir geçim aracı olarak ya da 90 dakikayı bitirip te gideyim diye bakmıyordu oynadığı maça. Kendisi de eğleniyordu onu seyredeni de eğlendiriyordu. İşine olan aşkı benim ona olan saygımı arttırdı. Hele o kıvırcık uzun saçlarını savura sallaya maçı oynayışı inanılmazdı... 

        O zamanlar çok ta vaktim olmamasına rağmen spor kanalların başarılı futbolcuların maçlarda sergiledikleri başarılı sahnelerinden bir kısmından oluşan mini kliplerini, röportajlarını izlemeye başladım. Buna rağmen futbol hakkında çok az bir bilgim vardı. Zamanla önceliklerim değişti. Futbola olan ilgim de azaldı daha doğrusu olan da farkına bile varamadan kayboldu gitti :)  

       Taaa ki 3 ADAM'ın reklamlarını görene kadar... O eski günler aklıma geldi. İzlerim diye düşünmüştüm. İzleyememiştim. Tekrarına denk gelince de kaçırmadım. Eskiden hep "Türkiye'nin dünyaca ünlü futbol yıldızlarının jubilesini yapacağı yer" olarak görüldüğünü düşünürdüm. Ve Ronaldinho da bir gün Türkiye'ye gelecektir diye düşünmüştüm. :) Antalyaspor (!) ile anlaşabilseymiş oynamak için gelecekmiş. Ama anlaşma yapılamamış. 3 ADAM'dan futbolu bıraktığını öğrendim. Yani oda jubilesini Türkiye'de yapacaktı da -anlayamadığım-  niye Antalyaspor diğer büyük takımlar varken ... 

        3 ADAM'da hissedilen her zaman ki acemilik havasının dışında düşünülmüş bir hazırlık vardı. Espiriler, oyunlar, sunucular sempatikliği,enerjileri falan güzel ve eğlenceliydi. Ama Ronaldinho'nun aynı fikirde olduğundan şüpheliyim. Nasıl olsun. Adam Portekizce biliyordu. Kendini ifade edebilmesi için İngilizce-Portekizce bilen bir tercümana ihtiyacı vardı (Biraz hayal kırıklığı yaşadım dil konusunda.) Sonra İngilizce-Türkçe bilen başka bir tercümana ihtiyaç vardı. Yani 3 ADAM + 3 adam daha :)



        Tercümanlara rağmen verimli bir iletişimde bulunulamadı. Eser soru soruyor aradaki İngilizce-Türkçe bilen tercüman İngilizce-Portekizce bilen tercümana tercüme ediyor İngilizce-Portekizce bilen tercüman da Roaldinho'ya... Sonra Ronaldinho cevap verdiğinde durum tam tersine işliyordu. Hele de İngilizce-Türkçe bilen tercüman ilgisiz yanlış anladığı başka bir soru sormasın mı!. Bunun gibi yanlış anlaşılma yaşandığı anda hem seyirci için hemde sunucu için durum daha da vahim bir hal alıyordu. Yani ortaya traji-komik garip bir durum çıktı. hoş bir durum değildi. 

       Bence böyle durumlarda bencilce ya da düşüncesizce davranmadan önce nasıl espirilere oyunlara hazırlanıldıysa Ronaldinho'nun ve programın prestiji açısından Ronaldinho ve tercümanları ile birlikte sorulan bu basit sorulara çalışılsaydı...
       
       Belki biraz fazla bir beklentideydim. Neyse...

    Tesadüfen başarılı olunmadığına inandığımdan, umarım başarılı kariyerinin arkasındaki müthiş emeği ve mücadeleyi anlattığı samimi bir kitap çıkarır. Onu tanıyan, sadece gösterileni gören bizlere bir de görünmeyen kısmını anlattığı...

Benden şimdilik bu kadar      Hoşçakalın.

22 Ekim 2016 Cumartesi

Perilerin Şehri: Kapadokya


       Herkese güzel bir tatil gününden merhabalar... Biliyorum son yazdığım gönderiden bu yana baya bir  zaman geçti. Yazının konusu Kapadok'ya olacağı için eminim bu geçen sürede pek çok kere Kapadok'ya ya gidip gelinirdi. Ne desem bahane olacak... Ne desem geçmişi değiştirmeyecek... 

       Kapadokya'nın yeryüzü oluşumu bakımından çok dikkat çekici. Okula başladığım yıllardan beri adı hep vardı hayatımda. Hele Asmalı Konak dizisini seyredince... İple çekerdik dizinin yayınlandığı günü. Sınavlarımızla aynı güne denk geldiğinde bile diziyi seyrederdik. Bize o gün derslerle ilgili soru sorduklarında ne ödevimiz vardı ne de sınavımız :) Yer, konu, karakterler çok  güzel bir ahenk yakalamıştı... Hele konak o kadar güzeldi ki... Tabi o günlerde Kapadokya'ya gitmek düşüncesi yoktu. Hayallerimde bile gitmek düşüncesi yoktu...

      Aradan yıllar geçtikçe Asmalı Konakla atılan merak tohumu belgesellerle, diziler filmler resimlerle büyüdü büyüdü sonunda son bir kaç yıldır gimeliyim diyipte gidemediğim yer olarak kaldı. Hele Tolga Çevik ve Ezgi Mola'nın oynadığı Patron Mutlu Son İstiyor'undan sonra kesinlikle gitmeliyim dedim. Hiçbir filme 3 kere para veripte gittiğimi hatırlamıyorum. :) Hala da TV'de gördüğümde oturup seyrederim.  

       Sonunda önceki yazılarımda  bahsettiğim arkadaş grubumla gitmek nasip oldu. Yolda hep şunu düşündüm. Hani Ülkemiz 7 ayrı bölgeye ayrılıyor ya nasıl sınıflandırmışlar. Tamam yeryüzü şekillerine, iklimine, yükseltisine göre ama yine de çok ilginç geliyor. Hele girişte ilk oluşumları görünce daha çok ilginç geldi. Sanki farklı bir gezegene gelmiş gibiydim.

       ilk uğradığımız Devrent Vadisi idi. Burda biraz gezme vaktimiz oldu. Ben bu oluşumların nasıl oyulup ta eve dönüştürüldüğünü hep merak etmiştim. Acaba oymak çok yorucu bir iş mi diye. İlk arabadan indiğimde koşa koşa bir peri bacasının dibine gittim. Serçe parmağımla hafiften oluşuma dokundum. Hatta azıcık ovayım dedim. Baktım ki kolayca dökülüyor. Bu oyma işinde ne varmış bende yaparım dedim. Sonra geziden geldikten sonra araştırdım. İbrahim BAŞTUTAN (Gamiaru Cave Hotel) 'ın bir röportajına denk geldim. "Oteldeki taş oymaları öğrenip kendim yaptım. Beş yılda altı oda açabildim." Okuduklarıma inanamadım. Düşünsenize bir 3+1'i herhalde bir 4 yıl sürer. :) Hasbinallah yaparım dediğim işe bak... :)) 

                      

       Burda gezerken meşhur deve şeklindeki meşhur peri bacasını gördüm. Sonra bir baska yöne baktım fok mu  desem yunus  mu desem bilemedim... Sonra sonra baktım ki diğer oluşumlar da bir şeylere benzemeye başladı. Hayaller görmeye başladım. :) Hakikatten Devrent, hayaller vadisiydi. 

         İnternette bir araşatırayım dedim. Sadece ben miyim böyle hayaller gören diye ;) Hayal görenler arasında çok bilinenleri sizinle paylaşmak istedim. :)

       1704 yılında Fransa Kıralı XIV Louis tarafından görevlendirilen Paul Lucas Peribacalarını "Kukuletalı rahipler"e, üzerlerinde taş olanlarıda "kucağında çocuk İsa'yı tutan  Meryem Ana'ya" benzetmiş...

          Ainsworth bu oluşumları "fantastik bir şekilde kuşa, arslana, timsaha yada balığa benzediğini " söylemiş... 

      Hele bulduğum bir başka ilginç bir bilgi onu da ekleyeyim. Fransız bir gezgin 1800 yıllarında buraya gelmiş ve gördüklerinin resimlerini çizerek bir sayahatname hazırlamış. Bu seyahaname yayınlandığında insanlar onunla dalga geçmiş, hayal gördüğünü düşünmüşler...

        Ben W.S.Hamilton'un söylemiş olduğu "Kelimeler bu olağanüstü yerin görüntüsünü anlatmaya yeterli değildir" sözüne sonuna kadar daha ilk durağımızda katılıyorum. 

        Bunlar eskilerin ne söyledikleri ile ilgiliydi. Şimdikileri ne söylediklerini yazmak istemiyorum. Zaman herşeyi değiştirdiği gibi yaşam şeklini değiştirdiği gibi düşünme şeklini de değiştirmiş. Ne demişler "Dervişin fikri neyse zikri de o olur"muş...

      Benim en çok merak ettiğim diğer bir konu ise bu yerin adını neden Kapakdokya koymuşlar. Mesela neden bu bacalarla ilgili bir isim koymamışlar. Kapadokya'nın anlamı güzel atlar ülkesiymiş. Meğer bu isim At yetiştiriciliği ile meşhur Hitit Tabal Krallığından sonra buraya hakim olan Persler tarafından Katpatuka'dan geliyormuş. Tabi ki şimdilerde yok. Şimdi aklıma Timurun fillerinde içinde bulunduğu ordusunu Ankara ovasındaki ormanlık alana saklamış olduğu geldi. Neden acaba?... 



        Her yer gerçekten çok etkileyici idi. Ama en çok 1985 yılında Dünya Miras Listesine alınan Göreme Milli Parkı ve Kapadokya Kayalık Sitler alanı etkiledi. Havanın tam gezilecek bir hava olması da etkisi de var tabii. İlk girişte ücret ödeniyor. Aynı zamanda burda Müze Kart satışı da yapılıyor. Ben Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi olduğum için 20 TL'ye aldım (2016 yılı için). Normal Müze Kart 40 TL idi. 40 TL de olsa yine alırdım. Daha geziyi bitirmeden kendini amorti ediyor. Ve bu Kartı 1 yıl boyunca kullanabiliyorsunuz.   Ben gezerken sıcak havaları çok sevmem. Ter, su ihtiyacı vb. sebeplerden. Neden  bu konuya atladım. Her mevsimde çok güzel olduğu söylenen Kapadokya bence bahar aylarında gezilmeye daha müsait. Doğanın sunduğu bu güzelliklere insanların oyarak güzelleştirdikleri bu yer ortalama bir gezgin için parkın içindeki yollar çok güzel yapılmış. Fakat çok sıcak havalarda gidilecekse suyunuzu yanınızda götürmeniz gerekiyor.


       Buralarda gezerken kendimi buralara ışınlanmış gibi şimdiki zamana rağmen farklı bir zamanın insanı gibi hissetim. Bu modern yollar ise buraya tesadüfen ışınlanılmadığını, sürekli ışınlanmanın bir yolunun bulunmuş olduğunu düşündürttü. Bu yüzden önümde muhteşem bir ortam. 


Arkamı dönüyorum muhteşem bir manzara. (Sübhanallah)



       Nihayet evimin yolunu buldum dermişim. :) Sanki şimdi annem camdan bakıp elini sallayarak "ayşe gel yemek hazır" diyecek gibi.

       Aslında buralarda dolaşırken annemin ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Düşünsenize Trabzon gibi bir yerde daha okula bile gitmeyen çocuğunuz kaçıyor tarlalardan ormanlardan tek başına anneannesine gidiyor. Ya da köyde herhangi bir akrabanıza gidiyor. Hatta ve hatta mısır tarlalarında uyuyor. Sizin haberiniz yok. Telefon yok.  Sonra bir bakmışsınız gelmiş. Hele buralarda olsaydım herhalde benden ümitlerini keserlerdi. Herbir mağarayı arayana kadar kimbilir ne kadar zaman geçerdi. :) O kadar yaramazdım. 

       Annem benim. Rabbim meleklerinden bir tanesinin kanatlarını koparmış dünyaya göndermiş o da yetmezmiş gibi bir de benim kadar yaramaz çocuk vermiş. :) Annelerin hakkı ödenmez...

       Bazı yerlerde fotoğraf çekilmesine izin veriliyor. Bende bir kaç tane çektim. Aynı yerin üstteki flaşsız hali alttaki ise flaşla çektiğim fotoğrafı. İkisi de birbirinden güzel diyemeyeceğim. Üstteki kesinlikle çok daha güzel... :)



       Buralarda en çok göze çarpan yerler kiliseler, yemekhaneler ve mezarlıklar göze çarpıyor. Mesela alttaki ki gibi açık mezar çok vardı. Burdaki kiliseleri gezerken içimden insanlar yemişler (Sadece Göreme Açık Hava Müzesinde 11 tane yemekhane varmış), ibadet etmişler sonra da ölmüşler geçti. Ama dışarı çıktığında her tarafın oyulmuş olduğunu görüyorsun. Yani adamlar yemişler, OYMUŞLAR, OYMUŞLAR, süslemişler (çok güzel freskler vardı kiliselerin içinde. üstelik renklendirmeler de harika) ibadet etmişler, çoğalmışlar ve ölmüşler.


       Burası yemekhaneleriymiş. Benim en çok hayran kaldığım şey İNSAN ZEKASI. Ne muhteşem bir nimet (Sübhanallah) sonrasında ise Mimari Zeka. Masa var sandalye var. Daha ne olsun. Üstelik el yapımı oyma...

      Burası triplex'tir. Ne kadar yıl almıştır. oyması..Çoook güzeldi. Rabbim sebep olanlardan binlerce kez razı olsun. Şimdilik bu kadar... Kendinize iyi bakın. Hoşçakalın..

29 Ağustos 2016 Pazartesi


Hacı Bektaş Veli

Muhabetle açan gülü, Aşkla dermek isterim
Yaşıyorken dostlarım görüp, sevmek isterim
Dünya ahiret kaygusun, içerimden çıkarıp
Gölümü dost lisanına ağız yapmak isterim
                 Hacı Bektaş Veli


Mayıs ayında Antalya-Side Gezisi ve Canten Kaya Semineri'nde bahsettiğim arkadaş grubumun yönetimi üyelerine özel maddi tarafına kısmen bizimde katılacağımız bir gezi düzenleme kararı aldı. Nereye gideceğimize kendimiz karar verecektik. Bizde bir toplantı ayarladık. Herkesin fikrini söyleyebileceği. Sosyal medyada anket yaptık. Sonuç Nevşehir Gezisi çıktı. Tur şirketleri ile konuşuldu. Bende tur işleri ilgilenen bir arkadaşımla konuştum. Bir fiyat aldım. Oldukça iyi bir fiyattı. Yönetime söyledim. Yeterince güven vermemişim ki yönetim kurulu tarafından anlaşılan bir turla gidilmesine karar verildiğini duydum. Üzüldüm. Arkadaşıma başka bir turla anlaşıldığını nasıl söyleyecektim. Gidene kadar söyleyemedim. Nevşehir'e giderken yolda hala kafamda ya bir yerlerde denk gelirsek nasıl söyleyeceğim diye o kadar rahatsız oldum ki beynim sürekli bununla ilgileniyor, ilgilendikçe yoruluyor bir uyuyor bir uyanıyordum. Zaten Gece 11:00 de yola çıktık. Yani zaman olarak uyumaya oldukça müsait. Ama uykularımı bölen bu konu olmasa hemen uyurdum. Sabah güneş doğarken bir yerlerde mola verdik ve ben o arkadaşımı gördüm. Hemen kızkardeşime
- Baksana o Levent değil mi?
-Hangisi?
-Şu derken hemen görüş alanımızdan çıktı. Hay Allah kabus mu görüyorum derken kardeşimin bakmadığı bir anda yine onu gördüm. Allah'ım nelere kadirsin derken içimdeki merakı yenebilmek için Whatsup'tan kendisine mesaj attım. Ama korka korka. Sabahın köründe ya o değilse. Ne diyecektim?...  "Nasılsın? İyi misin" derken "Ne yapıyorsun?" diye sordum kendisine o da "Nevşehire gidiyorum" dedi. "Neredesiniz" dedim. "İşte Nevşehire 10 dk'lık yerdeyiz" dedi. Sonra o sordu. "Sen ne yapıyorsun?" diye... Bende hem şaşkınlık hem sevinçle "Bende Nevşehir'e gidiyorum 10 dk'lık yolumuz kaldı" dedim. "Yoksa aynı grupla mı gidiyoruz?" diye sordu. Bende "Sanırım evet" dedim. "Kusura bakma!" dedim. "Ne önemi var" dedi. Arkadaş yönünden Rabb'ime binlerce kez Hamd olsun. İyileri karşıma çıkarıyor.  "Nasıl bari kaça anlaştınız" dedim. Bana söylediği fiyatın 100 TL fazlasına... Onun açısından da benim açımdan da iyi oldu. Benim ödediğim fiyat ise İktisatta bir söz  var ödemeye razı olunan fiyat diye... Benim ki de o hesap ödemeye razı olduğum bir fiyattı.  Üzerimden koca bir yük kalktı. Gezi sırasında ya da daha sonra yönetime konulmuş parası ödenmiş olduğundan herhangi bir şey söylemedim. Sonradan gelen pişmanlığın bir faydası olmazdı.

        Bu gezimiz iki gün bir gece sürdü. İlk durağımız Nevşehir'in Hacıbektaş İlçesindeki Hacı Bektaş-i Veli Türbesi ve Müzesi idi. Aslında ikisi de içiçe idi. Girişte ilk karşımıza Hacı Bektaş Veli'nin 'İncisende incitme' sözü ve bu heykeli çıktı.



       Hacı Bektaş-i Veli'nin ayaklarının yanındaki güvercinle heykelini yapmışlar. Bu öylesine güzellik katsın diye yapılmış bir güvercin motifi değildi tabii... Aşık Paşa tarafından yazılan Vilayetnameye göre, Hacı Bektaş-i Veli; Rum erenlerinin Anadolu'ya gelmesinin engellemeleri üzerine güvercin suretine bürünerek Nevşehir/Sulucakarahöyük'e gelir. Yine aynı kaynakta olduğu söylenen (ben sonradan kaynağının Vilayetname olduğunu öğrendim.) bununla ilgili bir hikayesi var benim çok hoşuma giden 
Sulucakarahöyük'e geldiğini öğrenen Rum erenleri Hacı Bektaş-i Veliyi engellemek için aralarında karar alıp Hacı Doğrul'u görevlendirirler. Hacı Doğrul Şahin suretine bürünerek Sulucakarahöyük'te bir taş üzerinde duran güvercin suretinde olan Hacı Bektaş-i Veli'yi bulur. Tam üzerine doğru süzülürken Hacı Bektaş-i Veli insan suretine döner ve şahin suretinde olan Hacı Doğrul'u tutup boğazını sıkar. Aklı başından giden Hacı Doğrul kendine geldiğinde Hacı Bektaşi Veli'den özür diler. Hacı Bektaş-i Veli'ye "Kem bizden, kerem sizdendir"der. Hacı Bektaş-i Veli ise "Ey Doğrul, er, erin üzerine böyle gelmez. Siz, bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında. Eğer güvercinden daha mazlum bir yaratık bulsaydık onun donunda (suretinde) gelirdik"der. 

       Jean-Christophe Grange'ın Taş Meclisi'ni okuduğumda bu hikaye aklıma gelmişti. Hacı Bektaş Veli 1209-1271 yılları arasında yaşadığı söyleniyor. Bu kitabın ilk yayınlanma tarihi 2000 yılı. Okudunuz mu bilmiyorum. Okuduysanız ne dersiniz yazar bu hikayede anlatılan olaydan etkilenmiş olmasın? ;)


       Buraya geldiğimizde hava yağışlı idi. İlk gelenler arasındaydık. Hatta Hacı Bektaş-i Müzesinin açılması için biraz bekledik de diyebilirim. İlk girenler arasında olmama rağmen çok ta rahat rahat fotoğraf çekemedim. Girdiğim andan çıktığım ana kadar sürekli dua okuyordum.  Burası alevilerin, sunnilerin hemen herkesin sürekli uğradığı bir yer olduğundan hemen kalabalıklaştı. Fotoğraf çekmek yasak olmadığı halde gelen diğer kişiler rahatsız olmasın diye uygun koşullar oluştuğunda çektim. Bu yüzden bazı yerlerin resimlerini hem bu sebepten hemde süremizin yetersiz olmasından çekemedim.

Yapı Üç Avludan oluşmaktadır: Burası 1. Avlu (Nadar (Altın) Avlusu): Çatal Kapı 

        Burası 2. Avlu (Dergah Avlusu); Arslanlı Avlu: Burda (özellikle alttaki fotoğrafın görüş alanının tam tersinde Arslanlı Çeşme var. Böyle tersinden anlatıyor muşum gibi oldu. Biz gezmek için oradaydık ama ibadet etmek için gelenler de vardı orada onları rahatsız etmek istemedim.) Arslanlı çeşmenin fotoğrafları burdan görülebilir. 




      Müzenin İçi bu şekilde. Bu yerde 12 post olduğu söyleniyor (ben saymadım. ). Herbir post bir makamı temsil ediyor. Benim ninelerim dedelerim eskiden kesilen kurbanların postlarını değerlendirip namazlı yaparlar üzerinde kılarlardı. O zamanlar postun üzerinde namaz kılmak inanılmaz çekici gelirdi bana. 




       Bunların bulunduğu eve Meydan Evi deniyor. Eskiden köydeki evlerde böyle kapaklı olmayan kapları koymak için raflar olurdu. Burada tam bir nostalji yaşadım. O eski anneanneme kaçıp gittiğim günler aklıma geldi. :)


       Normalde ben tam  bu şekil tavanlı evlere alışkındım. Doğu Karadeniz'de eskilerden kalan ahşap evlerde bu tür tavanlar vardı. Sonra yapılan tavanlarda düz tahta şeklinde yapılmaya başlandı. Günümüzde is betondan... :)

       Ama bu alttaki tavan inanılmaz etkileyici... Kalın ahşap girişlerin üst üste konulmasıyla oluşturulan kare biçiminde kubbe görünümlü bir tavan... Bu tür tavanlara 'Kırlangıç Kanadı' deniyor.  İnanılmaz güzel... Meselâ üstteki tavan düz ama bu farklı. Bunun tasavvuf inanışında yedi kat göğü temsil ettiği söyleniyor.

       Gittiğimiz her yerde istisnasız kapılar alçaktı. Eğilerek giriliyor. Hacı Bektaşi tasavvufunu bilenler zaten kapıların alçak olmasını dert etmez. Çünkü onların bunun neden yapıldığını bilirler ve saygı ile eğilerek kapıdan geçerler. Biz bilmeyenler ise bilmeden eğilerek geçeriz Sonrada "Allhah Allah neden bu kapıyı bu kadar alçak yapmışlar." deriz :) Sonuçta eğilerek geçmiş oluruz. Birde kapı eşiklerinde (herbirinde olup olmadığından emin değilim) kimileri belli mezarlar olduğu söyleniyor. O yüzden buralarda durmanın uygun olmadığı söyleniyor.



       Hacı Bektaş Veli'nin Türbesi, Müzesinin, Balım Sultan Türbesinin ve daha bilmediğim yapıların bulunduğu bu bahçe inanılmaz bakımlıydı. Genel olarak ta çok bakımlıydı. Her yer tertemizdi. Elbette bunda burasının aynı zamanda ibadet edilen bir yer olmasının büyük bir etkisi var. 

       Bu bir karadut ağacı. Horasandan geldiği Hacı Bektaş Veli zamanında da olduğu ve 7 asırdan beri meyve verdiği söylenir. Ölüm tarihinden itibaren hesaplarsak ve hala meye verdiği düşünülürse şimdi 9 asır olmuştur.  Karadut ağacı ile Hacı Bektaş Veli arasındaki bağı Aşık Paşa'nın Vilayetname'sinde anlatmış. Buna göre Hoca Ahmed Yesevi Hazretleri ocaktan aldığı ucu yanık dal parçasını (Karadut dalını) Anadolu'ya doğru fırlatıyor ve Hacı Bektaş-i Veli'ye "Git dalı bulduğun yerde bulunan halkı aydınlat" demesi üzerine o da Anadolu'ya gelmiş ve dalı Sulucakarahöyük'te bulduğu ve onu ektiği söylenir.



       Ben orda gezerken birisi beni uyardı. " Burda kahveci Baba Türbesi var" dedi. "Ne?!!". "Evet burda Kahveci Baba Türbesi var." İnanamadığımı görünce böyle tekrar etme gereği duymuştu. Çünkü Arslanlı çeşmenin hemen önündeydi ve o kalabalıkta beni uyardılar da dikkatlice oradan geçtim. Diğerleri üzerinden geçiyordu. Onlar da benim gibi girer girmez bir Türbe ile karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Bilselerdi zaten geçmezlerdi.



        Burası Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük emeği olan Hacı Bektaş-i Veli'nin Türbesinin olduğu yer. Çocukların böyle cıvıl cıvıl ortalarda olması bana "Camide namaz kılarken, arka saflarda gülüşen, koşturan çocuk sesleri yoksa, gelecek nesiller adına korkun." sözünü hatırlattı.




Hacı Bektaş Veli'nin hayali ceylanla aslanın bir arada yaşayabildiği bir dünyaydı. Yani tüm zıtlıkların bir arada ahenk içinde olduğu bir dünya. 
"Madde karanlığı, âkıl nûru ile;
Cehalet karanlığı, ilim nûru ile;
Nefis karanlığı, marifet nûru ile;
Gönül karanlığıda, aşk nûru ile aydınlanır"
            Hacı Bektaşi Veli  

İlime, İlim öğretmeye ve ilmin öğretilmesine büyük önem vermiştir. Nerdeyse bütün sözleri ilimle ilgilidir. "Kadınlarınızı okutunuz. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. İlim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır. En yüce servet, ilimdir" gibi




LinkWithin

Related Posts with Thumbnails